Tarihten Dersle Alternatif Diplomasi
Yaklaşık bir yıl önce, Nisan 2009’da Türkiye’ye resmî ziyarette bulunan İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt, tam üç yüz yıl önceki bir tarihsel hadiseye gönderme yaparak, 1709 yılında Türklere sığınan İsveç Kralı XII. Karl’a gösterilen konukseverliği unutmadıklarını, İsveç halkının vefalı olduğunu ifade etmişti. Geçen hafta İsveç Parlamentosu’nun tarihteki bir olaydan dolayı Türkleri mahkûm eden bir yasa tasarısını kabul etmesinden sonra, Başbakan Reinfeldt’in söyledikleri üzerinde yeniden düşünmenin gerekli olduğu kanaatindeyim. Bunu sadece İsveçlilerin vefasızlığı anlamında değil, siyasetin ve siyasetçinin değişkenliği ile zamanın getirdikleri (her devrin kendine özgü koşulları) çerçevesinde sorgulayıp çözümlemeye çalışmak durumundayız. Bundan sonra yapacağımız çıkarsama, günümüzde ve gelecekte muhtelif sorunların üstesinden gelme yolunda karar alıcılar ve uygulayıcılar için hem pratik fayda sağlayacak, hem de ufuk açıcı etki yaratacaktır.
Önce Reinfeldt’in dile getirdiği “vefa” çağrıştıran Türk yardımseverliğinin nasıl gerçekleştiğine bakalım. İsveç Kralı XII. Karl, bizde bilinen adıyla Demirbaş Şarl, Avrupa’da elde ettiği büyük başarı ve güçle 1709’da Rusya’ya da savaş açmış, ama Moskova’ya doğru ilerlerken çetin hava koşullarında barınak ve gıda yetersizliğinden dolayı savaşı sürdürememiştir. Bu durumda Rus ordularından kaçmak zorunda kalan XII. Karl, etrafındaki askerleriyle beraber Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır. İsveç kralının beş yıldan uzun bir süre (şimdi Moldova Cumhuriyeti’nde bulunan) o zamanki Osmanlı kenti Bender’de konuk edilmesi, aslında, siyasî ve kültürel sonuçları olan önemli bir hadisedir.
Bender, kapı anlamındadır ve Türkler tarafından verilmiş bir isimdir. Bender Muhafızı Çerkes Yusuf Paşa aynen Kırım Hanı Devlet Giray gibi, Ruslarla sınır bölgesinde bulunmalarının da etkisiyle, her zaman Ruslara karşı bir savaşa hazırdır. Büyük ihtiras sahibi Demirbaş Şarl, Osmanlı topraklarındaki uzun süreli ikameti sırasında Rusya’yı savaşla yıpratmanın planlarını yaparken, esasen, hem sınır bölgelerindeki bu durumdan hem de İstanbul’da Devlet-i Âliye içerisindeki bazı nüfuzlu kişilerden yararlanma yolunu tercih etmiştir. Kaynaklar, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1711’de Prut Savaşı’nın çıkmasında, İsveç kralının Osmanlı ülkesindeki misafirliğinin etkili olduğunu belirtir. Bilindiği gibi, Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Çar Büyük/Deli Petro komutasındaki Rus ordusunu çok zor durumda bırakmış, ama bir yandan Yeniçerilerin isteksiz tavırları, diğer yandan karşı tarafın barış talebi üzerine, savaş bir barış antlaşmasıyla sona erdirilmiştir. Buna göre; Rusya İsveç Kralı’nın ülkesine dönmesine izin verecek, Lehistan’a (Polonya) müdahale etmeyecektir. Bunlar o dönemde Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler üzerindeki etkisini göstermesi bakımından önemlidir.
Ama XII. Karl’ın, daha doğrusu Demirbaş Şarl’ın hemen ülkesine dönmeye niyeti yoktur. Zaten kendisine “Demirbaş” denilmesi biraz da bundan dolayıdır. İsveç Kralı’nın ve maiyetindeki binlerce asker ve görevlinin masrafları beş yıldan fazla bir süreyle bütçenin demirbaş kaleminden karşılandığı için, XII. Karl, “Demirbaş Şarl” olarak anılmış olabilir. Yoksa, ülkesine döndükten sonra Norveç’e saldırdığı sırada kafasından aldığı bir kurşunla hayatını kaybeden bu kişinin demir gibi sağlam bir başa sahip olması değil, Demirbaş’lığının sebebi.
Esasen, Demirbaş Şarl, bir külfet olmuştur Osmanlı Devleti için. Torunlarının bugün yaptığı ise, Başbakan Reinfeldt’in sözlerinin aksine, bir vefasızlıktır. Siyasette vefa beklenmeyebilir, tamam, ama bir yasama organının kendine özgü çeşitli boyutları ve tarafları bulunan tarihteki bir hadiseyi ele alıp bundan yasa çıkarmasının nasıl bir mantığı olabilir! Bunun bilimsel düşünce, analitik yöntem ve vicdan özgürlüğü temelinde şekillenmesi beklenen parlamenter yasama sistemiyle bir ilgisi olabilir mi? İsveç Parlamentosu bunu yapmıştır. Daha önce örneklerini gördüğümüz yirmiden fazla Batılı parlamentoların yaptığı gibi.
Ne yapıyor bu parlamentolar? Aslında iki büyük yanlışı birden yapıyor. Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, yöntem hatası söz konusu. Yasa çıkarma yönteminde yanlışlık var. Böyle yasa olmaz. Bu, bir önyargı ve bağnazlık alışkanlığının ifadesi olabilir ancak. Batı’nın artık terk etmesi gereken, Avrupa Birliği modeliyle bazen terk edeceğinin sinyallerini verdiği, ama bu türden örneklerle hâlâ içinde barındırdığını da gizlemediği eski bir alışkanlığıdır bu.
İkincisi, konunun içeriği ve hadisenin oluşum biçimi ile ilgilidir. 1915’de Türkler ve Ermeniler arasında yaşanan olayların kendi gerçekliği (konjonktürel gerçeklik) açısından gözlemlenip tarihsel veriler ışığında araştırılması gerekirken, bu bilinçli olarak ihmal edilerek önyargıyla “soykırım”dan söz edilmektedir. Üstelik bunun 1948 tarihli BM Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’nin 2. maddesinde belirtilen suç kapsamında bir soykırım olduğu ileri sürülmektedir. Oysa sözü edilen tarihsel olaylar gerçekliğe uygun biçimde, tanıklar ve tüm diğer veriler dikkate alınarak incelendiğinde, burada ilgili sözleşmedeki hükümler anlamında bir soykırım değil, karşılıklı bir çatışma, sistemli/planlı olmayan “karşılıklı kıtal” hadisesi gözlemlenmektedir. Burada devletin aldığı önlemlerin caydırıcılığı, isabetli olup olmadığı tartışılabilir. Yanlış olduğu ileri sürülüp eleştirilebilir. Ama hadiseyi “soykırım” olarak adlandırmak, onun (olayın) kendi gerçekliğiyle çelişir. Bu, gerçeği aramakla görevli olan bilim yöntemine ve mantığına da ters düşer. Çünkü yerli ve yabancı kaynak ve gözlemcilerden edinilen bilgi, o dönemde Ermenilerin kasıtlı olarak yok edilmesine yönelik bir devlet iradesinin ve planının olmadığını gösteriyor.
Ama eğer uluslararası kamuoyunda Türklerin 1915’de Ermenilere soykırım uyguladığı yönünde bir kanaat hâkimse, bunu hemen değiştirmeniz kolay olmaz; çünkü siz uzun bir süreçte sessiz kaldığınızdan, muhtelif ülke ve odaklarda çeşitli sebeplerle propaganda yapılarak sahte imaj yaratıldığı için oluşmuştur o kanaat. Örneğin 2001 yılında Fransa’da soykırım yasası çıktığında, bazı Parlamento üyeleri kendilerine konunun tarihsel gerçekliğini araştırıp araştırmadıkları sorulunca, buna gerek duymadıklarını, soykırım yapıldığının zaten herkes tarafından kabul edildiğini söylemişlerdi.
Uluslararası toplumda böyle bir önyargı olduğunu fark etmek ve ona göre bir çalışma ve anlatım yöntemi belirlemek durumundayız. Anlatım, nesnel gerçekliğin dile getirilmesi anlamında uzun süreli bir iş olarak düşünülmelidir. Bu, bir bakıma, doğruyu söyleme ve yanlıştan uzaklaştırma, haksızlığa karşı durma görevidir. Bu açıdan bakıldığında, genel bir insanlık sorumluluğudur. Toplumlar, ancak böyle bir anlayış hâkim olduğu takdirde, barış ve güvenlik içinde varlık gösterebilir.
Bu amaca yönelik olarak bölgesel ve küresel ölçekte yeni bir kültürün geliştirilmesi şarttır. Bunu, birbirini tamamlayıcı olmak üzere iki farklı düzlemde hayata geçirmek mümkün: Biri üniversitelerde ve araştırma enstitülerinde gerçek anlamda bilimsel çalışmaları teşvik ederek, diğeri ise Sivil Toplum Kuruluşları (STK) aracılığıyla kültürel etkinliklerde bulunarak gerçekleştirilebilir. Kültür; ekonomik, siyasal ve toplumsal boyutları olan çok yönlü bir üretim ve edinim olarak, uzun vadede ulusal ve uluslararası kamuoyunda kanaat oluşumuna da katkıda bulunacaktır.
Böylelikle, toplumlar (uluslar) arasında çeşitli dönemlere ve konulara/sorunlara ilişkin bir deneyim paylaşımı meydana gelebilir. Bu hem önyargıların yıkılmasında, hem de belirli sorunların çözümlenmesinde yararlı olur. Dünyada bunun örnekleri vardır. Almanlar, tarihte, özellikle de yakın tarihte oluşan kötü imajı düzeltmek ve ulusal çıkarlarını optimal biçimde takip etmek amacıyla, çeşitli alanlarda faaliyet gösteren “aracı örgütler- Mittlerorganisationen” kurup bunların finansmanını da yüzde yetmiş oranında devletçe karşılama yolunu tercih etmiştir. Amaç Alman dilinin ve kültürünün dünyada tanınır kılınması, bu vesileyle bir ortak anlayış ortamının yaratılmasıdır. Sonuçta bunun yararları muhtelif alanlarda Alman ulusal çıkarıyla uyumlu biçimde bir geribildirim olarak kendini göstermektedir. Çoğu durumda, esasen, bir karşılıklı yarar söz konusudur. Goethe Enstitüleri ve diğer Alman “aracı örgütleri” bu çerçevede örnek verilebilir.
Bu türden etkinlikler sadece Almanlara özgü değildir tabii ki. Diğer Batılı devletlerin de benzer çalışmaları vardır. Hepsi kendi kültür ve dillerini, siyasî amaçlar da güderek, dünyaya yayma çabasındadır. Dolayısıyla, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla alternatif siyaset ve diplomasi uygulama geleneği öteden beri vardır Batılı büyük devletlerde.
Türkiye uluslararası topluma kendini anlatabilmek için, kökleri çok derinlerde olan önyargılarla mücadele etmek zorundadır. Bu da yukarıda değindiğimiz anlamda bilim ve kültür etkinliği marifetiyle olmalıdır. Devletten devlete ilişkiler sadece bazı hukukî çerçeveler hazırlıyor, bu da, tarihsel örneklerden anlıyoruz ki, biçimsellikten öteye geçemiyor çoğu zaman.
Tarihteki dostluklar, devlet siyasetiyle sınırlı kaldığı sürece, daha sonraki dönemlerde vefalı davranmanın garantisi olamıyor. Devrin siyasetçilerinin aksi yöndeki söylemlerine rağmen! Bunun örneğini yukarıda ifade ettiğimiz İsveç tecrübesinde görüyoruz.
Klasik diplomasinin gücü bir noktaya kadardır. Diplomasiyi, ulusal çıkara uygun olacak tarzda, etkin sonuç alma/yaratma işi olarak görürsek, geleneksel siyaset aktörlerinin dışında ama onları tamamlayıcı nitelikte çalışmalar yapacak bir alternatif diplomasi modeli geliştirilebilir. Bu diplomasinin aktörleri çok çeşitli alanlarda faaliyette bulunabilir. Sivil toplum kuruluşları, araştırma enstitüleri, eğitim ve spor kuruluşları, kültür enstitüleri bu bağlamda akla gelebilir.
Bu doğrultuda iyi bir gelişme, Türkiye’de Yunus Emre Enstitüsü’nün kurulması ve yurtdışında da bunun şubelerinin (devlet desteğiyle) açılmasıdır. Bildiğim kadarıyla, Saraybosna, Tiran, Kahire ve Şam’da Yunus Emre Enstitüleri faaliyete geçmiştir. Almanya ve diğer Batılı merkezlerde de açılması yönünde çalışmalar vardır. Goethe Enstitüsü nasıl dünyada etkili çalışmalar yürütüyorsa, Yunus Emre Enstitüsü de Türkiye dışında Türkçenin tanıtılması, bu dilde düşünce ve kültür üretiminin desteklenmesi amaçlı çalışmalar üstlenebilir. Uzun dönemde bu türden çalışmaların bir alternatif diplomasi kazanımı olarak bazı önyargıların da kırılmasında etkili olması beklenebilir.
Esas gerekli olan, siyasî müzakerelere de temel teşkil edecek nitelikte iki boyutlu bilim ve kültür üretimidir. Bunun uzun zaman alacağı düşünülebilir. Ancak, devletlerin ve milletlerin hayatında yararlı dönüşümlere yol açacak ise, zaman hiç uzun sayılmaz.